The Fall (2013–2016), özellikle suç ve polisiye türüyle ilgilenen izleyiciler için son derece farklı bir yerde duran bir yapım. İngiliz-İrlanda ortak yapımı olan bu dizi, klasik Amerikan polisiye dizilerinin alışılagelmiş temposundan uzak; daha çok psikolojik derinliklere ve karakter çözümlemelerine odaklanıyor. Seri katil Paul Spector’un işlediği cinayetler etrafında gelişen hikâye, gerilimi yalnızca suçun gizeminden değil, suçlunun zihinsel dünyasını çözümlemenin ve toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamanın verdiği yoğunluktan da besliyor.
Dizinin merkezinde yer alan Stella Gibson karakteri, geleneksel dedektif tiplemelerinden farklı bir yerde konumlanıyor. Londra’dan Belfast’a görevlendirilen üst düzey bir dedektif olan Gibson, soğukkanlılığı, zekâsı ve profesyonelliği ile dikkat çekiyor. Kadın bir dedektifin erkek egemen bir kurum olan polis teşkilatında, üstelik cinsel özgürlüğünü saklamadan var oluş biçimi, onu polisiye televizyon tarihindeki sıradışı karakterlerden biri haline getiriyor. Gibson, bir yandan işine duyduğu mesleki bağlılıkla hareket ederken, diğer yandan cinsiyetçi bakış açılarına meydan okuyan tavırlarıyla feminist bir duruş sergiliyor.
İngiliz polisiyesi bağlamında The Fall, Agatha Christie uyarlamalarından ya da “procedural” (adım adım cinayeti çözmeye odaklanan) yapımlardan farklı olarak, suçun kim tarafından işlendiğini en baştan seyirciye gösteriyor. Yani dizi bir “katili bulma” hikâyesi değil, bir “nasıl yakalanacak?” ve daha da önemlisi “neden böyle yapıyor?” sorularına odaklanıyor. Bu yaklaşım, onu Amerikan polisiyelerinin hızlı aksiyon ve dramatik çözüm mantığından ayırırken, daha çok Avrupa polisiyesinin karanlık, yavaş ilerleyen, atmosferik örnekleriyle yan yana getiriyor.
Sonuç olarak, The Fall yalnızca bir suç hikâyesi değil; toplumsal cinsiyet, iktidar ilişkileri ve psikolojik derinlik üzerinden ilerleyen bir dram. Stella Gibson karakteri ise bu anlatının merkezinde, polisiye türünde kadın karakterlerin temsilini yeniden tanımlayan güçlü bir figür olarak duruyor. Soğuk ama adil tavrı, zekâsı ve duygusal manipülasyona kapılmayan duruşu ile Gibson, polisiye türünde görmeye alışık olduğumuz erkek dedektif kalıplarına meydan okuyan, özgün ve unutulmaz bir karakter olarak hafızalarda yer ediyor.