La Grande Bellezza

Paolo Sorrentino’nun 2013 yapımı La Grande Bellezza (Muhteşem Güzellik), modern İtalyan sinemasının en çarpıcı yapıtlarından biri olarak öne çıkar. Film, Fellini’nin La Dolce Vita’sını anımsatan görsel estetik ve tema örgüsüyle Roma’yı hem büyüleyici hem de çürümüş bir metropol olarak resmeder. Yönetmen, kentin ihtişamını gösterirken aynı zamanda bu ihtişamın ardındaki boşluğu ve anlamsızlığı da görünür kılar. Filmin merkezinde, 65 yaşına basmış yazar Jep Gambardella’nın varoluşsal sorgulamaları vardır. Jep, Roma’nın sosyetik çevresinde dolaşırken hayatının muhasebesini yapar ve güzellik ile boşluk arasındaki ince çizgiyi izleyiciye hissettirir.
Jep karakteri, geçmişle bugün arasında sıkışmış bir figürdür. Bir zamanlar büyük bir edebi başarı elde etmiş ama sonrasında yazmayı bırakmıştır. Bunun yerine gecelerin, partilerin ve yüzeysel ilişkilerin adamı olmuştur. Onun bakışında sürekli bir ironi ve melankoli vardır; hem etrafındaki insanları küçümser hem de o dünyanın cazibesinden kopamaz. Jep’in karakteri, aslında Roma’nın bir alegorisi gibidir: ihtişamlı bir tarihe sahip, ama bugün tüketim ve yüzeysellik içinde kaybolmuş bir şehir. Bu yönüyle film, bireysel bir hikâye anlatırken aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir eleştiri de sunar.
Sorrentino’nun sinemasında görsellik ve ritim başlı başına bir anlatı aracıdır. La Grande Bellezza’da da kamera adeta Roma’nın sokaklarında bir dansçı gibi dolaşır. Uzun planlar, yavaş kayışlar, ihtişamlı mimariyle birleşerek seyirciyi hem büyüler hem de yabancılaştırır. Görkemli saraylar, teraslar, çeşmeler ve kiliseler bir tablo gibi kadraja yerleşir. Ancak bu güzelliklerin içinde yaşayan karakterler yapaylık, bıkkınlık ve umursamazlıkla resmedilir. Böylece film, “güzellik” ile “hiçlik” arasındaki paradoksu sürekli hatırlatır.
Filmde sık sık karşılaştığımız partiler ve sosyetik buluşmalar, aslında Roma’nın modern hayatını özetler. Yüzeysel eğlenceler, boş sohbetler ve şatafatlı gösteriler, Jep’in içsel boşluğunu daha da belirgin hale getirir. Bu sahneler, Fellini’nin 8½ ya da La Dolce Vita’sındaki grotesk figürleri hatırlatır. Ancak Sorrentino, Fellini’nin coşkulu ironisini daha melankolik ve keskin bir bakışla yorumlar. İzleyici, karakterlerin renkli yaşamına dışarıdan bakarken aynı zamanda onların ruhsal çöküşünü de hisseder.
La Grande Bellezza, bir yazarın geç kalmış arayışının hikâyesi gibi görünse de aslında “sanatın ve hayatın anlamı nedir?” sorusunu sorar. Jep’in karşılaştığı rahibe, sanatçılar ve eski dostlar, onun bu soruya farklı açılardan yaklaşmasını sağlar. Final sahneleri ise tüm bu boşluğun içinde yine de bir güzelliğin, bir anlam arayışının mümkün olabileceğini ima eder. Sorrentino, hayatın anlamsızlıklarla dolu olduğunu kabul eder ama yine de sanatın, hatıraların ve estetiğin insana geçici de olsa bir teselli sunduğunu hatırlatır.
Sonuç olarak, La Grande Bellezza, yalnızca Roma’ya ya da İtalya’ya dair bir film değildir; evrensel bir varoluş sorgulamasıdır. Görsel ihtişamıyla seyirciyi büyülerken, aynı zamanda modern dünyanın yüzeyselliğini sorgular. Jep Gambardella’nın hikâyesi, izleyiciye kendi hayatına dönüp bakma ve “benim için güzellik ne, anlam ne?” sorusunu sorma fırsatı verir. Bu yönüyle film, çağdaş sinemanın en önemli yapıtlarından biri olarak hafızalara kazınır.